MASALLAR

TAVŞAN İLE KAPLUMBAĞA
Bilirsiniz tavşanlar hızlı koşarlar. Bir zıpladığında birçok hayvanı geride bırakabilir. Ormanda yaşayan bir tavşanda hızlı koşmasıyla övünürmüş. Kendini beğenmiş bir şekilde bağırırmış çevrede, “bu ormanda en hızlı ben koşarım.” Yine bir gün ormanda dolaşırken herkese meydan okumaya başlamış. “Var mı?” demiş. “Benden hızlı koşan? Dilerseniz yarışalım beni hiç kimse geçemez. Hadi yarışalım benimle yarışacak çıksın karşıma.” Bu sözleri herkes gibi kaplumbağa da dinlemiş. Bir süre kararsız kaldıktan sonra yüksek sesle bağırmış. “Ben” demiş. “Bu yarışı kazanırım.” Tavşanın gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış. “Sen mi? Sen mi benimle yarışmaya cesaret ediyorsun? Beni geçeceğini iddia ediyorsun. Sen doğru dürüst yürüyemiyorsun bile. Aynı yüksek sesle “olsun” demiş kaplumbağa, “ben yarışacağım seninle bakalım kim kazanacak?” Tavşan tereddüt etmiş ama “kesinlikle kaybedeceksin” , “görürüz” demiş hızına aldırmayan iddialı kaplumbağa. Yarışa başlamışlar. Kaplumbağa hemen yola çıkmış “bu yarışırı kazanmalıyım” demiş. Tavşan yerinden bile kımıldamamış “bu yarışı zaten kazanırım” demiş. Bir ağacın altına uzanmış. Bir süre sonra uyuya kalmış. Tavşan uyurken kaplumbağa hedefe iyice yaklaşmış. Tavşan gözlerini açtığındaysa kaplumbağa yarışı bitirmek üzereymiş. Yerinden fırlamış, hedefe yönelmiş ancak geç kalmış. Yarışı kaplumbağa kazanmış. Bu da tavşana ders olmuş ne kadar hızlı koşarsa koşsun tembellik yaparsa başarısız olacağını anlamış.


YAŞLI ASLAN İLE EŞEK
Güçlü kuvvetli, vurduğunu deviren, dünyayı titreten ormanların kıralı aslan günün birinde yaşlanmış. Eli ayağı tutmaz, gözleri görmez olmuş. Yaşlılıktan yerinden kalkamaz pençelerini bile çıkaramaz olmuş. Çok zaman geçmeden durumu diğer hayvanlar haber almışlar. Yavaş yavaş aslanın yanına sokulmaya başlamışlar. Şakalar yapıp onu kızdırmaya çalışmışlar. Aslanın güçsüz halini görünce de iyice yaklaşmışlar tilki gelip tekme atmış, ayı gelip tokat atmış. Hayvanlar birer birer eski günlerin öcünü almışlar. Aslan ne yapacağını şaşırmış. Kafasını sallamış, kuyruğunu sallamış olmamış. Sıra eşeğe gelmiş. Tam saldırıya geçerken aslan yerinden fırlamış. “eh eşek” demiş, “her şeye tamam ama bir eşeğe de sessiz kalamam haddini bilmen lazım.” Yerinden zorla doğrulmuş son gücünü kullanıp eşeği geldiği yere kadar kovalamış.


TİLKİ İLE ÜZÜMLER
Bir tilki üzümü çok severmiş. Yolda gezerken bir asma görmüş. Asmada ki üzümler mis gibi kokular saçıyorlarmış. Güneşten rengi sararmış, baldan daha tatlı görünüyormuş. Asmaysa çardaktaymış. Tilkinin bir türlü boyu yetişmiyormuş. Tilki hoplamış, zıplamış… Ulaşamıyor. Son bir hamle daha yapmış bakmış olmuyor. Bir türlü yetişemiyor. Üzümlere bakarak şöyle demiş. “Aman eksik olsun böyle üzüm. Zaten daha yemyeşil dalında kovuk gibi olgunlaşmamış tadı da ekşidir şimdi sirke gibi en iyisi hiç tadına bakmamak.



SİVRİSİNEK İLE ASLAN
Sivrisinek bir gün aslanın etrafında vızıldayarak dolaşmaya başlamış. Aslan rahatsız olmaya başlamış sesten. Kafasını, kuyruğunu sallamaya başlamış. Ama sivrisinek hiç oralı olmamış. Sonunda dayanamayıp, “çekilip gitsene sen vızıldayıp duruyorsun tepemde. Beni kızdırırsan kendi sonunu hazırlamış olursun. Seni mahvederim sonra doğduğuna pişman olursun. Sivrisinek aynı sertlikle karşılık vermiş: “bana mı söylüyorsun bunu? Beni mi doğduğuma pişman edecekmişsin? Hayvanların kralı oldun diye kendini bir şey mi zannediyorsun sen? İstersem ben seni mahvederim.” Aslan bir kükremiş sivrisinek hiç tınmamış bile. Tekrar uyarmış onu aslan. Sivrisinek iyice kızmış. “ Demek öyle şimdi görürsün sen.” Demiş. İğnesini çıkardığı gibi aslanı sokmaya başlamış. Aslan pençesini savurmuş, kükreyip bağırmış ama hiç biri kar etmemiş. Sivrisinek vız vız diyerek etrafında dört dönüyormuş. Sonunda aslan kanlar içinde acıdan inleyerek nefessiz yere yuvarlanmış. Diğer hayvanlar korkudan bir kenara sinmiş sessizce izliyorlarmış. Sivrisinek gülmüş: “ gördün mü ben aslanı bile böle yaparım işte.” Demiş. Süzülerek oradan uzaklaşmaya başlamış. Biraz ilerledikten sonra bir örümceğin ağına düşmüş ve oracıkta örümceğe yem olmuş.


SUÇSUZ ASLAN İLE SUÇLU EŞEK
Bir hastalık ormanda ki bütün hayvanları kırıp geçiriyormuş. Hayvanlar birer birer ölmeye başlamışlar. Aslan bakmış olacak gibi değil, sıra ona da geliyor yavaş yavaş “buna bir kurtuluş yolu bulmak gerekir.” Herkesi başına toplamış. Yüksekçe bir yere çıkarak şöyle demiş. “ Tarih kitapları der ki: Biz hayvanlar tanrı babayı ne zaman kızdırsak böyle hastalıklar baş gösteriyor. Beklide içimizden biri ters bir iş yaptı, bir suç işledi tanrı babada bizi cezalandırdı. Düşündüm de hepimiz işlediğimiz suçları yaptığımız hataları söyleyelim. Gerçek suçlu kimse onu Tanrı’ya kurban olarak verelim.” Hayvanlar bu fikri çok beğenmişler.
Uzun bir alkış kopmuş, “kralımız çok yaşa” diye bağırmışlar. Aslan, “önce kendimden başlayayım” demiş. “Zavallı koyunları karaca ve geyikleri parçalayıp yedim. Yaban domuzlarını, dağ keçilerini hatta tavşanları bile yemişimdir. Hele geçen yıl koyun sürüsünün çobanını bile yedim. Bütün bunlar pisboğaz birisi olmam yüzünden. Suçumu kabul ediyorum. Tilki atılmış, “ aman efendim bunlar suç mu? Hiç de değil iyi etmişsiniz yediğinize. Koyun milleti onursuzdur siz yemeseniz kimse yüzüne bile bakmaz onların. Sadece onların mı? Karacalar, tavşanlar ve geyikler beş para etmez hiçbiri de. Aslan ısrarla “ya çobana ne demeli” demiş.
Hazır cevap tilki “insan kısmı neden hayvanları güder ki oda ağzının payını almış oh olsun.” Böylece suçsuz olduğu kanıtlanan aslan içi rahat bir şekilde diğer hayvanlara söz hakkı vermiş. Onlar da suçlarını birer birer sayıp dökmüşler. Sonra da suçsuz olduklarına dair kanıtlar bulmuşlar. Söz sırası eşeğe gelmiş. Eşek kafasını iyice yere eymiş. “Ben” demiş. “Çok suçluyum. Geçenler de bir tarladan geçerken yemyeşil yoncaların ekili olduğunu gördüm dayanamayıp yedim tıka basa doyurdum karnımı.” Böyle der demez diğer bütün hayvanlar kafalarını çevirmişler oyana. “İşte asıl suçlu bu” diye bağırmışlar. Zavallı eşeğin üzerine atlayarak işini bitirmişler.


KURT İLE TİLKİ
Ormanın birinde bir tilki yaşarmış. Kurtlardan biriyle iyi arkadaşmış. Ama arkadaşının yediği koyunları gördükçe kendi kendine hayıflanırmış. Bir gün kurta şöyle demiş: “ Ben ne kadar çok tehlikeye giriyorum. Cılız bir tavuk, kart bir horoz için evlerin yakınlarına kadar sokulmak zorunda kalıyorum. Bunlardan başka yiyecek bulamıyorum. Sen işini uzakta hallediyorsun. Karnını da tıka basa doyurabiliyorsun. Ne olur bana kurt olmayı öğretir misin? Eğer kurt olmayı öğrenebilirsem senin gibi besili koyunlar yiyebilirim. Keyfime de diyecek olmaz.” Kurt; “peki” demiş. “bir kardeşim ölmüştü öncelikle onun postunu alıp senin üzerine giydirmemiz lazım. Sonra da bu işin inceliklerini anlatacağım sana. Sürüden köpekleri nasıl uzaklaştırdığımı, sürüye nasıl gizlice yaklaştığımı anlatacağım.” Tilki arkadaşının sözlerini dikkatlice dinlemiş. Kurt postunu giyerek gerçek bir kurt gibi davranmaya başlamış. Bir gün sonra kurt postu giyinmiş tilki bir koyun sürüsü görmüş. Anında sürüye saldırmış. Etrafa dehşet saçmış. Sürü bir birine karışmış. Köpek, çoban, koyunlar… hepsi kaçışmaya başlamışlar. Tilkiye sadece bir kuzu bırakmışlar. Tilki kuzunun üzerine atlamış. Tam yiyecekken uzaktan bir horoz sesi duymuş. Kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne bakmış. Kuzuyu bırakmış. Tüm öğrendiklerini unutup, sırtındaki postu atmış, horoza koşmuş.


KORKAK TAVŞAN
Adı üstünde korkak bir tavşan ormanın birinde yaşarmış. Küçük bir tıkırtı korkutur, minik bir hareket ürkütürmüş onu. Tir tir titremeye başlarmış hemen. Bu nedenle evden dışarıya çıkamazmış. Bütün gün pencereden dışarıyı seyredermiş. “ne olurdu” dermiş “dışarısı bu kadar tehlikeli olmasa! Bende dışarıya çıkabilsem, koşup oynayabilsem…” Canı çok sıkılıyormuş. Yaptığı hiçbir şeyden zevk alamıyormuş. Dışarıdan gelen minicik bir ses korkudan yerinden zıplamasına ürkekçe yatağının altına sığınmasına neden oluyormuş. İçi rahat bir şekilde yemek yiyemez, uyku uyuyamaz olmuş. Bazen diğer hayvanlar “bu kadar korkacak bir şey yok canım. Korkularını yenmen gerek.” Diyorlarmış. Tavşana göre böyle diyenlerde korkuyormuş. Çünkü korku yenilmez bir düşman gibiymiş. Onu alt etmek mümkün değilmiş.
Çok sıcak bir günde tavşan çok susamış. Susuzluktan bayılacak gibi olmuş. Ne yapacağını bilememiş. Susuzluğunun geçmesini beklemiş ama nafile. Giderek daha fazla susamış. Dereye gidip su içmeye karar vermiş. Önce bir iki tur atmış evin içinde cesaret edemiyormuş bir türlü… Sonra bütün cesaretini toplayarak birazda titreyerek dere kenarına gelmiş. O sırada dere kenarında kurbağalar varmış. Tavşanı görür görmez kendilerini suya atmışlar. Tavşan bir kez daha korkmuş. Ama daha çabuk kendine gelmiş. Eğilip su içmeye başlamış. Rahatladığını düşünmüş. Sonra etrafına bakınmış şöyle düşünmüş: “artık hiçbir şey beni korkutamaz. Ben çok cesurum. Gürültüden korkmadım üstelik başka hayvanları bile korkuttum.” Kendiyle gurur duymuş. Zıplayarak dönerken sevinçten uçacak gibiymiş. Mutlulukla şöyle bağırmış: “Cesareti olan çıksın karşıma.”


KARGA İLE TİLKİ
Ormanın birinde ağaçlarda kargalar yaşarmış. Orman yakınlarında bir köy varmış. Kargalar köyden sürekli yiyecek çalarlarmış. Köylüler bu siyah kuşlara ‘hırsız kargalar’ dermiş. Hırsız kargalardan biri bir gün bir parça peynir çalmış. Peynir ağzındaymış. Bir ağaca tüneyerek etrafa göz gezdirmiş, kendini gören olmadığını anlayınca peyniri yemeye hazırlamış. O sırada bir tilki oradan geçmekteymiş. Peynirin mis gibi kokusunu almış. Kokuyu takip etmiş ve karganın bulunduğu ağacın altına gelmiş. Bu peyniri kendisi yemek istiyormuş. Hemen aklına bir kurnazlık gelmiş. Başını kaldırarak kargaya seslemiş. “O günaydın karga kardeş. Ne kadar güzelsiniz. Güzel tüyleriniz güneşte ışıl ışıl parlıyor. Gözlerinizle, kanatlarınızla… Ne kadar da asilsiniz.” Karga aşağı doğru şöyle bir bakmış, homurdanmış. Ağzında peynir olduğu için bir şey diyememiş. Tilki gülerek devam etmiş: “Duydum ki sesinizde çok güzelmiş. Bütün hayvanlar neşeyle şarkılarınızı dinlermiş.” Demiş.
Karga bu sözlere çok sevinmiş. Yerinden kımıldamaya başlamış. Bunu gören tilki iltifatlarını arttırmış. “O güzel sesinizi duymak isterdim. İpek gibi sesinizle bir şarkı lütfetseniz . Güzelliğiniz gözlerimi alıyor. Ormanda bu konuda kimse yarışamaz sizinle. Kulaklarımla da sesinizin güzelliğini duymak isterim. Lütfen karga kardeş beni mahrum bırakmayın bu şenlikten.” Zavallı aptal karga gak diye çirkin sesiyle bağırınca, ağzında ki peynir düşmüş. Tilki peyniri havadayken kapmış, ağzına atmış. Oradan ayrılırken de şöyle demiş: “ Sakın karga kardeş her güzel söz söyleyene kanma. Sesinin güzel olduğunu söyleyene aldanma.

KEDİ İLE TİLKİ
Bir gün bir kedi ile bir tilki yolda gidiyorlarmış. İyi gibi görünmelerine rağmen ikisi de yalancı ve kurnaz hayvanlarmış. Yol boyunca kümes hayvanlarını boğazlayıp yemiş, kendilerinden zayıf hayvanlara sataşmış, çevrelerine zararlar vermişler. Bir süre sonra can sıkıntısından aralarında tartışıp kavga etmeye başlamışlar. Tilki kediye şöyle demiş; “sen hünerli becerikli olduğunu söyleyip durursun ancak benim kadar çok bilebilir misin ki!” “Hayır” demiş kedi “benim bir tane hünerim var yalnızca daima onu kullanırım. İşime de yarar. Başka hünerlere de ihtiyaç duymam.” İki hayvan tartışırken bir av köpeği sürüsü yaklaşmış yanlarına. Kedi tilkiye sormuş; “düşman hızla yaklaşıyor. Hangi hünerini kullanacaksın bakalı Belki sağlam bir hünerin vardır.” Sözlerini bitirir bitirmez bir ağacın tepesine tırmanmış. Tilki ise ne yapacağını şaşırmış. Oraya buraya koşmuş ancak başını sokacak delik bulamamış. Köpekler yanına gelince hiç sesini çıkaramamış kendini çok hünerli gören tilki köpeklere yem olmuş.

İKİ İNATÇI KEÇİ
Birbirinden uzakta yaşayan iki keçi varmış. İkisinin de beyaz ayakları varmış. Bu keçiler çayırlarda güzel güzel otluyorlarmış. Bir gün başka yerlere gitmek için ayrı ayrı yola koyulmuşlar. Yeşilliklerde koşup, ıssız ormanlar, sarp uçurumlar geçmişler. Beyaz ayaklı bu iki keçi farkında olmadan bir derenin iki yakasında karşılaşmışlar. İki kıyı arasında bir sırık varmış yalnızca. Bu sırık köprü olarak kullanılırmış. Köprünün altından akan su çok hızlıymış… En cesurları bile korkutabilirmiş. Ama keçiler inatçı… Bu nedenle tehlikeye aldırmamışlar. Korkusuzca köprüye birer adım atmışlar. Bu şekilde adım adım yaklaşmışlar birbirlerine. Sırığın ortasında burun buruna gelmişler. Keçilerden biri şöyle demiş; “bana baksana sen köprüye adımı ilk ben attım. Bu nedenle geçmek benim hakkım. Yol ver de geçeyim.” Öbürü itiraz etmiş. “Olur mu hiç! hoplaya zıplaya geldiğimi görmedin mi? Ayrıca benim soyum seninkinden üstün” diyerek başlamışlaş kavgaya… Ne birbirlerine üstünlüklerini kabul ettirebilmişler ne de bir adım geri atmışlar. Böylece ikisi de dereyi boylamış.


HOROZ İLE KURNAZ TİLKİ
Bir gün kurnaz bir tilki gözüne bir horoz kestirmiş. Onu tuzağa düşürmek için aklına bir kurnazlık gelmiş. Koşarak horozun tünediği ağaca gitmiş yukarı doğru bakmış, “müjde horoz kardeş! Dünyada kanlı bir savaş vardı ve bütün hayvanlar birbirine düşmüştü, herkes birbirini yok etmeye çalışıyordu. İşte savaş bitti şimdi barış zamanı kimse kimseye saldırmıyor artık hadi sende ağaçtan in sarılıp öpüşelim hayvanların dostluğunu kutlayalım.” Horoz ondan daha kurnaz davranarak şöyle demiş; “çok sevindim buna tilki kardeş tabi hayvanlar kardeş olmalı, birbirini sevip saymalı, birbiriyle dost olmalı. Ancak şu karşıdan gelenlere de dost elini uzatmayacak mıyız? İşte iki tazı geliyor. Onlarda gelsinler de hep birlikte kutlayalım bunu.” Tazılardan korkan tilki paniklemiş “ne! İki tazı mı? Bu tarafa mı geliyorlar?” “Evet. Dur bende ağaçtan ineyim barışı, kardeşliği birlikte kutlayıp sarılıp öpüşelim.” “Olmaz! Nerdeyse unutuyordum şimdi aklıma yarım bıraktığım işim geldi. Hemen gitmek zorundayım. Daha sonra görüşür kutlarız.” Ve bir anda toz olup uzaklaşmış… Horozda arkasından kıs kıs gülmüş…


HASTA KURT İLE DOKTOR LEYLEK
Pisboğaz bir kurt avladığı bir hayvanı hızlı hızlı yiyormuş. Birden bir küçük bir kemik parçası boğazına takılmış. Öksürmüş aksırmış parmağını boğazına sokmuş ne yapmışsa bir türlü çıkaramamış. “En iyisi doktor olan leyleğin yanına gideyim o bir çaresini bulur” diye düşünmüş. Aramış taramış sonunda bir tarlada bulmuş leyleği. Derdini anlatmış leylek kurdun ağzını inceledikten sonra “kolay” demiş “şimdi çıkarırım ben onu” uzun gagasını kurdun ağzına soktuğu gibi çıkarmış kemiği. Kurt rahatlamış “oh be!” demiş. “Çok şükür kurtuldum şu kemikten. Sağ olasın leylek kardeş.” Leylek itiraz etmiş. “Nasıl yani! Öyle sağ ol demek yeter mi sanıyorsun? Ben bir iş yaptım emek verdim, sende karşılığını vermek zorundasın.” Kurt gülmüş bu sözlere… “Ne! Sen gaganı gırtlağıma soktuğunda ya ben ağzımı kapatsaydım ne olurdu biliyor musun? Bir de benden para istiyorsun en iyisi beni kızdırmada git buradan.”

GÜVERCİN İLE KARINCA
Bir gün ormandaki bir karınca susayıp ormandaki dere kenarına inmek istemiş. İnerken ayağı kayıp suya düşmüş.”imdat yardım edin!” diye bağırmaya başlamış. Dere kıyısında uçan bir güvercin görmüş karıncayı hemen yardıma koşmuş yerdeki saman çöpünü alarak karıncaya uzatmış. Karınca, çöpe tutunup çıkmış kıyıya güvercine, “çok teşekkür ederim” demiş. “Hayatımı kurtardın. Bir gün bende sana yardım ederim.” Güvercin gülmüş “sen kim yardım etmek kim. Senin gibi minicik bir canlı ne yapabilir ki!” demiş. Derken bir avcı gelmiş, tüfeğini güvercine doğrultmuş, tam ateş edecekken karınca hızla ilerleyip avcının ayağını ısırmış. Canı yanan avcı sendeleyip hedefi şaşırmış güvercinde uçup gitmiş.

FARELERİN TOPLANTISI
“Belalı” adında bir kedi varmış. Bu kedi bütün fareleri canından bezdirmiş. Onlara göz açtırmıyormuş. Fareler açlıktan nerdeyse tahtaları kemirmeye başlayacaklarmış. Fareler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Belalı’ nın evde olmadığı bir gün toplanarak ne yapacaklarını konuşmaya başlamışlar. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Akıllı ve tecrübeli başkanları bir öneri getirmiş: “Belalının boynuna bir çıngırak asalım, size ve bize yaklaştığında çıngırağın sesini duyar deliklerimize saklanırız. Onun üstesinden başka türlü gelemeyiz.” Herkes bu öneriyi çok beğenmiş. Başkanı alkışlamışlar “Yaşa !” diye çığlıklar atmışlar. Başkan sözlerine devam etmiş. “Ancak bir sorun var” demiş. “Çıngırağı Belalının boynuna kim asacak?”. Birden sessizlik olmuş. Az önce alkış tufanı koparan fareler, bu söz üzerine geri çekilmeye başlamışlar. Her biri bir bahane uydurarak ya da “Ben yapamam” diyerek toplantıyı terk etmiş. Böylece baş belası Belalı onlara göz açtırmamaya devam etmiş. Önemli olan konuşmak, alkışlamak değil iş yapmaktır. Bunu hiç anlamamışlar.

EŞEK İLE KÖPEK
Bir gün bir eşek ile köpek yolda gidiyorlarmış. Efendileri de arkalarından geliyorlarmış. Bir süre sonra yeşilliği bol bir çayırda mola vermişler. Efendileri uzanmış ve uykuya dalmış. Eşek otlamaya başlamış. Oburluğundan ne bulduysa yemiş. Bu arada köpekte acıkmış. Ancak onun yiyeceği eşeğin sırtındaymış: “Sevgili dostum ne olur biraz eğil. Bende sırtındaki sepetten bir arpça ekmek yiyeyim. Açlıktan ölmek üzereyim” diye yalvarmaya başlamış. Eşek hiç umursamamış. Köpeğe karşılık bile vermemiş. Ona arkasını dönüp otlamaya devam etmiş. Köpek umudunu yitirmeden eşeğe yalvarmaya devam etmiş. Sonunda eşek: “Ne sabırsız köpeksin be, biraz bekle. Efendimiz nerdeyse uyanır. Uyandığında yemeğini hemen verecektir, eminim” demiş. Köpeğe yeniden arkasını dönmüş. Tam otlamaya başlayacakken ormandan bir kurdun kendisine yaklaştığını görmüş. Köpeği yardıma çağırmış hemen: “Köpek kardeş ne olur yardım et bana” diye yalvarmaya başlamış. Köpek hiç yerinden kımıldamamış. Onu uyarmaktan da geri kalmamış: “ Hemen kaçsan iyi olur, efendimiz uyanmak üzere. Uyanınca sana yardım edecektir mutlaka”. Eşeği hareketsiz görünce devam etmiş.
“Hadi, hadi çabuk ol. Kaç kurtul. Kurt seni yakalarsa, yeni nallarınla bir çifte atarsın ağzına. Belki kurdu yere bile serersin”. Eşek yalnız kaldığını anlamış. Kurt onu yakalayarak boğazlamış.

EŞEK HIRSIZLARI
İki hırsız bir eşek çalmışlar. Hırsızlardan biri “Bu eşek çok güzel” demiş. “Üstelik yük taşımak içinde bir eşeğe ihtiyacımız var. Bunu satmayıp kendimize alalım” demiş. Diğer hırsız itiraz etmiş: “Hayır kesinlikle kabul etmiyorum. Paraya daha çok ihtiyacımız var. Satıp parasını almak daha doğru olacak” demiş. Böyle tartışıp dururken birden alt alta, üst üste kavgaya tutuşmuşlar. Birbirlerine girip toz toprak içinde kalmışlar. Bu arada onlara yaklaşan üçüncü hırsız, eşeği başıboş görünce çalıp kaçmış. Diğer iki hırsız uzun süre boğuştuktan sonra dönüp bakmışlar ki eşek yok.


PAMUK PRENSES VE YEDİ CÜCELER
Bir kış günü bir kraliçe pencerenin önünde dikiş dikerken iğne eline batmış. Hemen bir parça pamukla elinden akan kanı silmiş. Keşke demiş kraliçe: teni şu pamuk kadar beyaz, dudakları kandamlası kadar kırmızı ve saçları şu pencerenin pervazı kadar kara bir kızım olsa. Bir gün kraliçenin dileği yerine gelmiş. Bebeğine Pamuk Prenses adını vermiş. Ne yazık ki kısa süre sonra ölmüş. Kral zaman içerisinde yeniden evlenmiş, karısı güzel bir kadınmış ama çok iyi kalpli değilmiş. Bütün gün aynanın karşısına geçip: “Ayna ayna! Dile gel söyle bana. Kim daha güzel?” diye sorarmış. Aynada şöyle cevap verirmiş: “Bundan kuşku duyan var mıdır bilmem. Tabi ki en güzel sizsiniz kraliçem.”
Günlerden bir gün ayna kraliçenin bu sorusuna farklı bir yanıt vermiş: “ Bunu nasıl söyleyeceğim bilmem ama Pamuk Prenses sizden güzel kraliçem.” Bunun üzerine çok sinirlenen kraliçe hemen bir avcı bulmuş ve ona: “Pamuk Prenses’i alıp ormana götür ve bana onun yüreğini getir!” diye emretmiş. Adamcağız Pamuk Prenses’ i ormana götürmüş ama öldürmeye kıyamamış. Durumu anlayan Pamuk Prenses: “ Beni burada bırak, bidaha asla geri dönmem, merak etme.” Diyerek avcıya yalvarmış. Avcıda merhamete gelmiş ve onu orada bırakıp bir ceylanın yüreğini kraliçeye götürmüş. Pamuk Prenses ormanda saatlerce yol almış. Tam kaybolduğunu düşünürken küçük bir kulübe görmüş. Kapıyı çaldığı halde kimse açmayınca da içeri girmiş. Ne ilginç bir evmiş bu böyle. Masada yedi küçük tabak ve yedi küçük bardak duruyormuş. Zavallı Pamuk Prenses çok aç olduğu için hemen bir şeyler yemiş. Sonrada üst kata çıkmış. Bir kaç saat sonra Pamuk Prenses öfkeli seslerle uyandırılmış: “ Bizim evimizde ne arıyorsun sen?” Pamuk Prenses işçi elbiseleriyle evin içinde dolanıp duran yedi küçük adama bakmış. Başına gelenleri onlara anlatmış: “Gördüğünüz gibi,” demiş “gidebileceğim hiçbir yer yok.” “Hayır var!” diye bağırmış yedi cüceler hep bir ağızdan. “ Burada kalabilirsin ama biz yokken kapıyı hiçbir yabancıya açmamalısın.”
Böylece Pamuk Prenses cücelerin evinde yaşamaya başlamış. Eskisinden çok daha farklı bir hayatı varmış artık. Uzun günler boyunca konuşacak birini özlüyormuş. Bir sabah yaşlı bir kadın kapıyı çalmış, elindeki sepette bir sürü ilginç şey varmış. Pamuk Prenses açık pencereden uzanarak kadınla konuşmaktan kendini alamamış. Pamuk Prenses o yaşlı kadının aslında kılık değiştirmiş olan kraliçe olduğunu anlamamış. Meğer kraliçe aylarca aynaya bakmadıktan sonra bir gün bakmayı denemişte ayna ona: “ Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemem ama Pamuk Prenses sizden güzel kraliçem.” diyivermiş. Kraliçe bunun üzerine öfkeyle yollara düşüp Pamuk Prensesin gizlendiği yeri bulmuş. “Kapıyı yabancılara açmaman akıllıca” demiş kraliçe. “Ama şu elmayı iyi niyet belirtisi olarak kabul et.” Böyle bir şeyi reddetmek ayıp olacağı için elmayı almış ve kadın gidince kocaman bir ısırık almış. Cüceler işten eve döndüklerinde Pamuk Prenses’i yerde cansız yatar bulmuşlar. Elma hala elinde duruyormuş. Cüceler ağlayarak: “ bu kraliçenin işi” demişler. Böyle büyük bir kederle Pamuk Prenses’in cansız bedenini taşıyıp camdan bir tabuta koymuşlar. Bir sabah oralardan geçmekte olan bir prens tabutu ve içindeki güzel kızı görmüş, görür görmez de aşık olmuş. “Onu saraya götürmeliyim” demiş. “Bir prensese böylesi yakışır.” Cüceler karşı çıkmamışlar. Prense tabutu taşımasında yardım etmişler. Ama tam bu sırada Pamuk Prenses’in boğazındaki elma parçası çıkmış. Pamuk Prenses yattığı yerden doğrulup gülümsemiş. Pamuk Prenses ve Prens çok mutlu bir hayat sürmüşler. Kötü kalpli kraliçeyse öfkesinden, çok kısa bir süre sonra ölmüş.


KÜLKEDİSİ
Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Annesi ölünce babası yeniden evlenmiş. Üvey annesi de ilk evliliğinden olan iki kızıyla birlikte gelip eve yerleşmiş.Bu iki kız, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasında ne var ne yoksa tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak şöyle dursun, bütün ev işlerini üzerine yıkmışlar.Ev işleri bittikten sonra bile kızın onlarla oturmasına izin verilmiyormuş. Akşamları, mutfakta, sönmekte olan ocağın önünde duruyormuş tek başına, ellerini küllere doğru tutup ısınmaya çalışarak. Bu yüzden üvey kız kardeşleri ona “Külkedisi” adını takmışla.
Bir gün iki kız kardeşe sarayda verilecek bir balo için davetiye gelmiş. İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes Prens’in evlenmek istediğini biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler.İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Külkedisi’nin aksine bayağı çirkinmiş her ikisi de!
Balo akşamı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için ağlamaya başlamış. “Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?” diye sormuş bir kadın sesi.“Ben de baloya gitmek istiyordum,” demiş hıçkırarak Külkedisi.“Gideceksin öyleyse,” demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış, şaşkınlıktan donakalmış.Güzel bir kadın duruyormuş yanı başında.
“Ben senin peri annenim,” demiş kadın. “Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir hemen!”Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.“Şimdi de altı fare…” Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata dönüştürmüş.
“Bir sıçan…” Onu da arabacı yapmış.“Ve altı kertenkele…” Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa çevirivermiş.
Nihayet Külkedisi’ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi’nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl pırıl parlıyormuş.“Bir şey var yalnız,” demiş Peri. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye dönüşecek. Prens’in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince eğlen.”O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar özellikle de iki üvey kız kardeşi, onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.Prens ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans etmek için izin verilmemiş.
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.“Gitme!” diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş.Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara denetmiş. “Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam yaşayamam,” demiş.
Derken Külkedisi’nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.“Hanımefendi,” demiş Prens Külkedisi’ne, “bir de siz deneseniz?”“O mu deneyecek? Ne münasebet!” diye haykırmış üvey kardeşler.Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi’nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi’nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz çöküp Külkedisi’ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens’in teklifini tabii ki kabul etmiş.


ALTIN YUMURTLAYAN TAVUK
Yemyeşil, küçücük bir köyde yoksul bir köylü yaşarmış. Bu köylünün bir tavuğu varmış. Köylü tavuğu çok severmiş. Tavukta ona her gün bir yumurta yaparmış. Ama bu yumurtaların ilginç bir özelliği varmış. Yumurtalar altındanmış. Köylü her gün kümesten aldığı altın yumurtayı şehre götürür, kuyumcuda satarmış.
Yoksul köylü giderek zenginleşmeye başlamış. Zenginleştikçe huyu değişiyormuş. Artık para kazanmak için çalışmak zorunda kalmıyormuş. Çalışmadan, yorulmadan para geldiği içinde paranın değerini bilmiyormuş. Gereksiz yere para harcamaya, ihtiyacı olmayan şeyler almaya başlamış. Lüks içinde yaşamaya alıştığından bir süre sonra para yetersiz gelmeye başlamış.
Artık daha fazla parası olsun istiyormuş. Kümese gittiğinde, tavuğu eskisi kadar sevip okşamıyor, ona verdiği altın yumurtalar için minnet duymuyormuş. Zamanla tavuğun karnında bir hazine sakladığına inanmaya başlamış. Eğer tavuğun karnını keserse bu hazineye ulaşacağını, ömrü boyunca krallar gibi yaşayacağını düşünüyormuş.
Aç gözlü köylü, bir sabah elinde bıçakla kümese girmiş.Tavuk köylünün kötü niyetini anlayıp kaçmaya başlamış. Ama köylü hazineye ulaşmayı kafasına koymuş. Yakaladığı gibi kesmiş tavuğu. Acele ile karnını açmış, merakla içine bakmış, bir de ne görsün? Tavuğun karnında ne altın var, ne de hazine. Aç gözlülük yaptığı ancak o zaman aklına gelmiş. Ama artık iş işten geçmiş.

adklik